Türkiyeli grubun Ermenilerle ilgili basmakalıp düşünceler üzerine yaptığı sohbet



Zeynep otobüsle birkaç yıl önce Yunanistan’a giderken başından geçen bir anısını mail yoluyla arkadaşlarıyla paylaşmış. Tartışmaya Zeynep’in arkadaşlarına yazdığı maili okuyarak başladık.
Zeynep: Sevgili arkadaşlarım,

İstanbul’dan ayrıldığım şu vakitlerde, kendimi öyle kötü hissediyorum ki; size yazmak istedim. Zira biraz önce otobüste yaşadığım travmatik tecrübeyi paylaşma ihtiyacı hissediyorum. 
Buraya gelen otobüsler hep çift katlı oluyor ama içinde çok fazla yolcu olmuyor. Ben üst katta yine iki kişilik koltuğa yayılmış vaziyette Radikal gazetesini okuyordum. Hangi gazete olduğunu söylüyorum, nitekim biraz sonra gazetenin ismi manidar hale gelecek. Karşı koltukta oturan bir adam, ben gazeteyi bitirdikten sonra “Ben de okuyabilir miyim” diyerek gazeteyi istedi. Ben de verdim. Adam gazeteye şöyle bir baktı, “Tertemiz!” deyip geri verdi bana. Ben de adama ne kast ettiğini sordum. O da bu gazetenin artık gündemi iyi takip etmediğini, kayda değer hiçbir haberi yazmadığını söyledi. Bunun üzerine adamla muhabbete başladık. Taraf gazetesini, Cumhuriyet gazetesini, ülke gündemini falan tartıştık. Adam insanların -özellikle gençlerin- hiçbir şeyi sorgulamadığından, her şeyi tüketme alışkanlığının bir hazza dönüştüğünden bahsetti. Konuşmayı çok uzatmak istemedim “Hı, hı, evet haklısınız” deyip geçiştiriyordum.
Sonra ardından kadınlar çok cahil, hep AKP’ye oy veriyorlar gibi laflar edince, ben de dayanamayıp daldım mevzuya… Sonra konu ulus devlete, tek yürek, tek millet gibi teranelere geldi. Ben de ulus devlet anlayışının artık sökmediğinden bahsettim. Sonra bana “Nutuk’u okumadın mı sen?” diye sordu. Ben de “İki kere okudum” cevabını verdim -ben de şaşırıyorum bu duruma ama hakikaten iki kere okudumBunun üzerine Atatürk tabusundan konuştuk. Adam epey Kemalist biriydi ama fikirleri açıktı; ben “Atatürk de etnik temizlik yapmıştır, o da bir insandır”, (Delal: insanlar yapıyor tabi (!)) Atatürk de her zaman her şeyin en doğrusunu yapmamıştır” gibi sözler sarf ettim. “Hâlâ her şeyi Atatürk inkılâplarıyla çözmeye çalışmamak lazım” dedim. Biraz bozuldu dediklerime ama hak da verdi. Neyse bu adamla bayağı bir konuştuk hatta sonra yanımıza başka bir adam geldi, o da 35 yıldır yurtdışında farklı Avrupa ülkelerinde yaşamış… Biz azınlık haklarıyla ilgili konuşunca bu adam da “Ben Avrupa’da her yeri gezdim, Almanya’da Türkler haklarını koruyamıyor, Kürtler kendi haklarını daha iyi koruyor” dedi.

İşte dananın kuyruğu o anda koptu. Ön tarafta oturan bir kadın, aniden bana döndü ve yüksek sesle “Pardon kesiyorum ama artık dayanamayacağım. Siz bir Türk genci olarak nasıl böyle düşünürsünüz, ağzınızdan tek iyi bir şey çıkmadı” dedi. Kadının bu doğal olarak “Türk” varsayımını duyunca, ben de gayri ihtiyari olarak “Benim Türk olduğumu nereden biliyorsunuz, evet Türkiye’de doğdum, orada yaşıyorum ama Türk değilim, Ermeniyim” dedim. (Zeynep: İnanamıyorum bunu dediğime, nasıl aklıma gelmiş bilmiyorum) Kadın bu dediğimden sonra iyice hiddetlendi, bir şeyler söyledi, anlayamadım. Cevap vermek niyetinde değildim, susacaktım. Lakin kadın “Sizin gibi düşünen herkesi Taksim’de ibretlik olsun diye sallandırmak lazım” deyince ben de hiddetlendim: “İşte bu düşünce yüzünden insanlar ölüyor, öldürüyor; işte bu yüzden birlikte yaşayamıyoruz. Türk olmayan herkesi öldürelim, bu mudur çözüm yani?” dedim.  (Zeynep: Ben de duygusala bağlamışım o anda) Sonra çok acayip bir sahne gerçekleşti; otobüsteki diğer bütün yolcular gövdelerini bana doğru döndürdüler. Birden hepsiyle göz göze geldim… Kadın zaten ölüm fermanımı imzaladı, tüm coşkusuyla bağırıyordu. Diğer yolcular da “Evet, kadın haklı!” dercesine konuşmaya başlayınca uğultunun tam ortasında kaldım. Eyvah ki, ne eyvah… Dedim, “Bunlar beni otobüsten atarlar”. O noktayı hissettim. Tabii tartışmanın bu en sonki şiddetli hali çok komik bir yerde cereyan ediyor: Türkiye’den çıktık, Yunanistan sınır kapısında bekliyoruz. Yani oybirliğine varmak için manidar bir hudut kapısı (!) Dalga geçtiğime bakmayın, cidden düşündüm, ya burada atarlarsa beni otobüsten diye… Bu esnada otobüste gürültüyle herkes bir şey anlatıyor. Biri “Ben de Yunanistan’da azınlığım ama Yunanlılarla hep iyi geçinirim” diyor, diğeri “Atatürk gibi bir kahramanımız olduğuna şükredelim”, bir başkası “Ne yani, o halde herkesin ayrı bir başbakanı mı olsun, herkes ayrı devlet mi kursun?” gibi şeyler diyor. Anlayacağınız isteyen istediği yerden çekiştiriyor.
En sonunda ben bir şey yapmam gerektiği hissiyatına kapılıp, son kez yüksek sesle bana sözel şiddet uyguladıklarını, (Delal: Onlar da ‘pardon ya kusura bakma sözel şiddet uyguladık’ diyeceklerdi. Oya: ‘Pardon ya, öküzüz biz’ diyorlarmış) bunu yapmaya haklarının olmadığını söyledim refleksif bir şekilde… Ardından “Başka düşüncelere azıcık bir tahammül bile yok” dedim. Sonra elinde pasaportlarla gelen muavin, herkeste dışarıdan meclise dahil olmaya çalışan birinin rahatsızlığını uyandırdı ve sözler, kendi içlerinde mırıltıya dönüşmeye başladı… Muavinin hızlıca pasaport dağıtma isteği, otobüstekilerin de karışıklık olmadan pasaportlarına ulaşma isteği işe yaradı.
Şimdiye kadar -ya da ne zamandır mı demeli- hiç bu kadar açık bir şekilde şiddetin hedefi durumunda kalmamıştım. Dahası, aslında hiç bu kadar “yalnız” ve “çaresiz” hissetmemiştim kendimi. O an, o bir kaç saniye içinde her şey olabilirdi. Nitekim ben de sesimi yükseltmiştim. 
Otobüsten inip, otele döndüm. Afallamış vaziyetteyim. Kendi kendime soruyordum: “Nasıl bir şeydir “kimlik psikolojisi”?” Evet, elbette biliyoruz, kimlik politikası önemlidir. Peki nasıl olur da, insan bir başka kimlikle karşı karşıya geldiği her anda kendini adeta “düşman işgaliyle” karşı karşıya kalmış gibi hisseder? Nasıl bir koruma içgüdüsü bu? Aynı toprak üstünde, yan yana yaşarken, kimden, neyden koruyoruz kendimizi? Kimliğimiz, aidiyetlerimiz önemli ama sadece onlardan ibaret değiliz. Yani ben Türk olduğum için Türklüğe dair bir duygu hissetmiyorum. Türk olmak zorunda değilim ama “biri” olmak zorundayım. Hatta bazen özellikle “Türk” olmak istemiyorum.  Ben cidden kavrayamıyorum, hele ki buralarda – Balkanlarda- yaşayan Türk azınlıklar nasıl olur da, Türkiye’deki diğer azınlıklarla empati kuramaz. (Zeynep: Evet, cidden halen bilemiyorum bunu) Biliyoruz; buralarda da Türklerden pek haz edilmiyor. Tamam, empati kurulamıyor belki, ama bu düşmanlık nasıl oluşuyor? Bana öyle geliyor ki, bu düşmanlığı yaratan şeyin ta kendisi, bizatihi “kimlik”. Bir milliyetten olmak, ötekini dışlamak için üretilmiş bir kavramdan başka bir şey değil. Hiç bir realitesi olmayan, tamamen “soyut” anlamlar yükleyerek sosyolojik bir  ilişki yaratma mucizesi… Ne güzel herkes “Türk”, bu kadar basit olsun işte… Ama öyle de değil işte, ne yapalım şimdi yani?

Sevgilerimle,
Yorgun arkadaşınız,
Zeynep
Zeynep: Öyle bir takım sorgulamalarla bitirmişim.
Oya: Gerçekten çok fena bir durum. O an hissettin herhalde, nasıl büyük bir düşmanlık var.
Zeynep: Aynen, o bir kaç saniye… Çok korkmuştum. “Keşke yapmasaydım, niye öyle bir şey dedim ki” dedim kendi kendime. Çünkü bir anda o tehdidi şöyle algıladım: Allah’ım, kurbanım ben.”
Delal: Hem Ermeni’sin, hem de hak arayan bir Ermeni’sin, öyle bir durum oluşmuş yani.
Oya: Hani dedin ya, oradaki azınlıklar neden empati kuramıyorlar diye… Aslında “kraldan çok kralcı olmak” diye bir durum da var, bazen onlar daha da milliyetçi olabiliyorlar. Yaşadıkları ülkede dışlanıyor olmanın verdiği bir öfkeyle, milli kimliklerine daha çok sarılıp, diğer milletlerden nefret edebiliyorlar.
Zeynep: Ben tam aksini düşünmüştüm. Sonuçta Yunanistan’da da Türklerden haz edilmiyor, Yunanistan’daki Türkler azınlıkların neler çektiğini bilirler diye düşünmüştüm.
Oya: Ermeniler ve diğer azınlıklarla ilgili önyargılarımı düşününce aklıma ilkokul zamanlarım geliyor. İstanbul’da büyüdüm, Şişli Terakki İlkokulu’nda okudum. Şişli Terakki “Yahudilerin okulu” diye bilinir. Selanik’te kurulmuş. Atatürk de o okulda okumuş denir. Eski adı neydi okulun?
Delal: Şemsi Efendi.
Oya: Evet, Şemsi Efendi. Bizim okulda çok fazla Yahudi ve Ermeni vardı. Mesela, 40 kişilik sınıfta en az 10 tane Yahudi ve Ermeni vardı. Ermeniler o kadar fazla değildi, Yahudiler daha fazlaydı sanırım. Bizim ilkokul paralı olduğu için herkes “Yahudiler ve Ermeniler zengin” derdi. Annemler de böyle derdi; “Onlar hep zengin” filan… O yüzden de benim kafamda “Ermeniler, Yahudiler zengindir” diye bir kalıp vardı. Ama o zaman şunu düşünmüyorum; “Zaten paralı okulda okuyorsun. Mesela Nuh’un Ankara makarnası ve Nuh Çimento’nun sahibinin torunu da sınıf arkadaşımdı. Yani Türkler de zengin baktığında.”
Zeynep: O göze batmıyor ama.
Oya: Evet. Hiç Kürt arkadaşım yoktu. Yani varsa da Kürt olduğunu bilmiyordum o zaman. Sonradan üniversiteye geldiğimde “Benim niye hiç Kürt arkadaşım olmadı?” diye düşündüğümü hatırlıyorum. Belki oldu, ancak ben onların Kürt olduğunu bilemedim, çünkü Kürt olarak tanıtmıyorlardı kendilerini.
Neyse, Yahudi ilkokulunun üzerine bir de Hıristiyan lisesinde okudum. Katolik bir tarikatın okuluydu. Bizim okulda her tarafta rahibeler vardı, derslere de giriyordu bazı rahibeler. Müdürümüzün papaz olma zorunluluğu vardı. O yüzden de Hıristiyanların daha rahat ettiklerini düşünüyorum bizim okulda. Orada Yahudilere oranla daha çok Ermeni arkadaşım oldu. Sanırım Ermeniler çocuklarını Hıristiyan eğitimi verilen bir okula göndermeyi tercih ediyorlardı. Hatta okulun son iki üç senesinde -ilk yıllarda böyle bir uygulama yoktu- arzu eden Hıristiyanlar Milli Eğitim’in zorunlu din derslerine girmeyip, ağırlıklı olarak Hıristiyan öğretilerini içeren başka bir din dersine girebiliyordu.
Lisede çok yakın arkadaşlarımdan biri Ermeni’ydi. Onun ailesi de epey zengindi. “Ermenilerin hepsi zengindir.” düşüncem Feriköy’e taşındıktan sonra değişti. Feriköy civarını daha iyi tanımaya başlayınca, Ermenilerin çoğunun pek de benim düşündüğüm gibi zengin olmadığını fark ettim. Mesela benim ailem de çok zengin değildi ama bir şekilde şartlarını zorlayıp beni de kardeşimi de hep paralı okulda okutmuşlardı. Ermeni arkadaşlarım için de aynı durum geçerli olabilirdi pekâlâ. Ama ben hep şu sözleri hatırlıyorum; “Onlar zengindir” “Onlar işini bilir”. Onları suçlar gibi söyleniyordu tüm bunlar. Museviler için de çokça bu tarz sözler edildiğini hatırlıyorum.
Delal: Ermenilerin daha varsıl olduğunu varsaymak çok da sorunlu bir şeymiş gibi gelmiyor bana. Soykırım sonrasında kalan Ermenilerin çoğu şehirlere, özellikle de İstanbul’a geldiler. O şehirliliğin getirdiği bir varsıllık vardır elbette. Mesela Kürt nüfusla kıyaslandığında daha varsıl görünebilirler, bunu varsaymakta da bir sorun yok bence. Ama dediğin gibi bir yandan da kendi içlerinde birçok ekonomik sınıfa ayrılıyorlar.
Oya: Ben de buna şaşırıyorum zaten. Türkler içinde de, Ermeniler içinde de sınıfsal farklılıklar var. Ama Ermeni zengin olunca, bu durum ekstradan vurgulanıyor; “onlar işini bilir”, “onlar az tüccar değildir.” deniyor. Artık zengin Ermenilere karşı bir kıskançlık mı var bilemiyorum, ama sanki onlar “dolandırıcıdır” denmek isteniyor. O nedenle benim gözümde de Ermeniler “uyanık tüccar”dı. Çok sonradan öğrendim; Ermenilerin zanaatkâr olduğunu, Türkiye’de el işçiliği kültürünün çoğunun Ermeni ustalardan devralındığını…
Zeynep: Mimarinin de öyle. Bizim semtteki bir sürü binayı Ermeniler yapmış.
Oya: Peki, sizin okullarınızda durum nasıldı? Bazı liselerde koyu milliyetçi MHP’li müdürler falan olurmuş. Ben mesela öyle bir ortam bilmiyorum. Türkiye gerçekliğini üniversitede anlamış bir şapşalım ben. Sonradan fark ettim birçok şeyi. Ermenilerin büyük bir korkuyla büyüdüklerini ve yaşadıklarını fark etmemiştim mesela. Dediğim gibi çevremde öyle bir şey görmüyordum, ya da algılamıyordum. Hrant Dink’in ölümünden sonra idrak ettim bu durumu. Yaşananları biliyordum, 6-7 Eylül olayları olsun, soykırım hikayeleri olsun… Ama yine de günümüzde hala senin yaptığın gibi (Zeynep’i kastediyor) “Ben Ermeniyim” demeye korktuklarını tahmin etmiyordum. Tabii, “Ben Ermeniyim” demiyor olabilirler ama Ermeni oldukları bazen aksanlarından, bazen de adlarından anlaşılıyor. Ad değiştiklerini bilmiyordum, mesela 1980’lerde Hrant “Fırat” ismini kullanıyormuş.
Delal: Askere gideceklerini düşünerek erkek çocuklarını nüfusa Türkçe bir isimle kaydettirmek de çok yaygın.
Oya: Benim lisedeki yakın arkadaşımın adı Ermenice’ydi. O yüzden de isimlerini sakladıklarını düşünmemiştim.
Delal: Ben soyadı bir devlet güzellemesi olan bir Ermeni'yle tanışmıştım. Bana çarpıcı gelmişti. Hani en iyi ihtimalle dedesi Osmanlı bürokratlarındandır diye düşünmüştüm fakat…
Oya: Osmanlı zamanında bürokratlar arasında, devlet kademelerinde epey bir Ermeni varmış, Ermeni mebus bile varmış. Ama sonradan…
Zeynep: …birden işler değişmiş.
Delal: Krikor Zohrab’lar falan da var. 1915’de öldürülen entelektüellerden birisi de Krikor Zohrab’mış, milletvekiliymiş o zamanlar.
Oya: Evet, milletvekiliymiş, ben de öyle biliyorum. Tabii Türkiye’deki en önemli problemlerden birisi de yok edilmelerinin yanı sıra Ermenilerin göç edilmek zorunda bırakılmaları ve onların yaşadığı yerlerin, sahip oldukları mal varlıklarının birilerine verilmesi. Düşünsene sen hiçbir şey yapmadan bir anda bir varlığa konuyorsun. Bu da inkârı çok güçlendiren bir olay. Çünkü o tarihten sonra o malın sahibi sen oluyorsun ve bunun için hiçbir çaba harcamana gerek olmamış.
Yeter, hep ben konuşuyorum. Sizin okul zamanınızdan hikâyeleriniz yok mu?
Zeynep: Ben kendi eğitimimi düşünüyorum. Biraz İç Anadolu’da olmanın getirdiği apolitiklik galiba. Bilmiyorum… Oralarda da önceden Rumlar yaşarmış, Ermeniler var mıymış bilmiyorum ama genelde Türklerin yaşadığı bir bölge. Çok muhafazakâr ve milliyetçi bir ortamdı. Açıkçası herkesin muhafazakâr ve milliyetçi olduğunu görüyordum, onların haricinde başka bir şey görmüyordum. Bizim lisemizde reisler, Asenalar vardı. MHP’nin genç tebaası okulda bir köşede birilerini sıkıştırırdı.
Ben resmi ideolojiyi benimseyerek büyüdüm, Ders kitaplarında yazan şeyleri olduğu gibi kabul ederdim; “zararlı cemiyetler”i mesela. Hiç Ermeni arkadaşım yoktu, Kürt arkadaşım da yoktu. Biz orada muhafazakâr beyaz Türkler olarak yaşıyorduk. Benim için Ermeniler kitaptaki zararlı cemiyetlerden ibaretti; Taşnak? Yoksa Hınçak mı? O zaman bu isimler derste hatırlanması gereken zararlı cemiyetlerdi benim için. İsimleriyle ilgili espriler yapılırdı.
Oya: Ben de ASALA’yı hatırlıyorum. O dönemde bayağı öldürmeler falan olmuştu. Hani şu tez var ya; “aslında önce Ermeniler Türkleri öldürdü de, bunun karşılığında Türklerin yapacak bir şeyi yoktu, Ermenileri sürmek zorunda kaldı, çünkü Ermeniler Ruslarla birlik olmuşlardı…
Zeynep: …içten çökerteceklerdi.
Oya: Evet, aynen öyle. İçten çökerteceklerdi, n’aapsaydık beslese miydik?”. Ermenilerle ilgili böyle hainlik hikâyeleri okuduğumuzu hatırlıyorum. Okulda mıydı, yoksa gazetelerden mi okumuştuk tam hatırlamıyorum ama böyle bir şey vardı. Ama bugünkü gibi değil, şimdi artık okullarda soykırımın reddini konu alan belgeseller gösteriliyormuş.
Delal: Ben üniversite 2-3’teyken, Sarı Gelin belgeselinin ülke genelinde tüm okullara dağıtımı yapılmıştı Milli Eğitim Bakanlığın tarafından.
Oya: Taşnak, Hınçak partilerini okuduğumuzu ben de hatırlıyorum. Ve inan şunu hiç düşünmemiştim: Sonuçta ben Ermeni arkadaşlarımla birlikte aynı sınıfta okuyordum, acaba onlar o anda ne hissediyordu? Sanırım benim gözümde Ermenilerin dini gelenekleri önemliydi, çünkü Hıristiyanların dini bayramlarını okul olarak biz de kutluyorduk. Ermeni arkadaşlarımın milli bir kimliği olabileceği ve Ermenilerle ilgili suçlamalardan rahatsız olabilecekleri aklıma gelmiyordu. Ermenice yazıyı ilk olarak yakın arkadaşım Nirva’nın evindeki Agos gazetesinde görmüştüm. Şaşırmıştım, böyle bir gazete mi varmış diye.
Zeynep: Ben de Oya gibi Ermeniler hakkında okullarda anlatılan bir sürü şeyin nasıl palavra olduğunu üniversitede öğrendim. Hazırladığımız bir tiyatro oyununda bu meseleye odaklandık. Gruptaki birçok insanın ilk kez yüzleştiği bir meseleydi ve o yüzleşmeyi yaşamak çok önemliydi. Ermenilerle ilk kez empati kuruyorsun, sürecin nasıl geliştiğini anlamaya çalışıyorsun, yargılamadan dinliyorsun. İlk kez neler yaşandığını öğreniyorsun. Şimdiye kadar tarihte ne olduğunu bilmemişsin. O fotoğrafları görmek…
Oya: Siz belgeleri de araştırmıştınız değil mi?
Zeynep: Evet, belgeleri falan da araştırınca anlıyorsun ki; insanlar yollara sürülmüş, ölüme gönderilmiş. “Torunlar” kitabındaki hikâyeler tüyler ürperticiydi. Çocuğunun birini bırakmak zorunda kalıyor veya çocukları kurtulsun diye kendisi dayanamayıp suya atlıyor. Çok trajik hikâyeler… Ve bunları olduğu gibi okumak insana şunu sorduruyor; “Bunlar yaşanmış, pekiyi biz neden hiç bilmemişiz?”. Ve bakacak olursan yakın tarih bu. Biz torunlarız. Bize o kadar uzak bir tarih değil. Sonradan Ermeni olduğunu öğrenen bir sürü insan var, assimile olmuş olanlar var… Bu hikâyelerin anlatılması lazım, “soykırımdı, değildi” tartışmasına girmeden hikâyelerin açığa çıkması lazım, bunlar yargılamaksızın konuşulması lazım diye düşündük. O şekilde ortaya çıktı bizim oyun. Başta çok korkmuştuk; nasıl tepkiler alacağız, neler yazılacak diye. Ama oyunda her şey çok açıktı; hikâyenin bir rengi, bir ırkı yoktu, bir trajediden bahsediliyordu sadece. O trajedi anlatıldığı an, orada artık bir sessizlik oluyor, biraz olsun bir utanç oluyor. “Belki ben doğrudan faili değilim, ancak şimdiye kadar belki de bu hikâyeleri dinlemeyerek, görmezden gelerek dolaylı olarak olsa da failim aslında.” diye düşünüyor insan. Oyun böyle bir etki uyandırdı. Beklediğimiz milliyetçi argümanların hiçbirini duymadık o nedenle.
Delal: Ermenilerle ilgili önyargılarımı düşünüyorum da, aklıma pek bir şey gelmiyor. Galiba Kürt meselesine yaklaşımım konusunda kendimi bir yere konumlandırmam, bu süreç daha sancılı ve daha mühim oldu benim için. Şöyle ki; Antalya’da büyüdüm, annem Kürt benim. Ve çocukluğumdan bir an hatırlıyorum ve bu an neden aklımda kalmış ve nasıl olmuş çözemiyorum bunu. 5 yaşında falanım herhalde. Dikdörtgen pastalar vardı, hatırlıyor musunuz? Uzun yaş pastalar olurdu, dikdörtgen şeklinde. Onlardan almıştı annemler bana. Fakat doğum günüm değil, bir şey kutlamalı ama ne? Annemler balkonda oturuyor. Elektrikler yok, böyle bir detay hatırlıyorum. Pastanın mumlarını yakmışız, pasta yuvarlak bir sehpanın üzerinde duruyor ve ben sehpanın etrafında “Kahrolsun PKK” diye slogan atarak kendimce bir kutlama yapıyorum. Böyle bir sahne var benim aklımda. 5 olabilir yaşım 4 olabilir. Bu sahne nasıl oldu?
Oya: Ama bu olabilecek bir şey. Hele ki senin 5 yaşında olduğun dönemi düşünüyorum. Sen kaçlısın?
Delal: Bu 95- 96 yıllarında falan olsa gerek.
Oya: Tam da o dönemde televizyonda acayip bir Kürt karşıtı propaganda yapılıyordu.
Delal: Okula gitmiyorum; okuldan olamaz, imkânı yok. Aileden olamayacağını zannediyorum. Babam faşist bir adam değil benim gördüğüm kadarıyla. Annemin ailesi zaten Kürt mücadelesinin içinden insanlar. Babamın ailesinden etkilenmiş olabilirim diye düşünüyorum. Dedemlerde çok kalırdım, karşı komşuları Kürt’tü. Ve annemin Kürt olmasına rağmen dedemler bana çok sık karşı komşularının Kürt olduğunu bu kelimeyi bir küfür gibi kullanarak anlatırlardı. Belki onlardan etkilenmişimdir. Televizyonun çok büyük etkisi vardır kesinlikle.
Zeynep: Televizyondur kesinlikle. “Kahrolsun PKK” en akılda kalan, en çok kullanılan slogandır cidden.
Oya: O yaşta gazete de okuyamayacağına göre kesin televizyondur. O çok etkiliydi. Ya inanamıyorum Delal, bir de seni o halde düşünemiyorum. Demek ki, öyle propagandalar yapmışlar ki…
Delal: Peki, bu an benim aklımda niye kalmış? Böyle eğlendim diye mi kalmış? Ayıp ettim diye kalmış olamaz; o zaman şimdiki gibi bakmıyorsun, ayıp ettiğini düşünmezsin. Bana garip gelen bu anı çok net hatırlamam. Arkasından ilkokula başlıyorum. Bu arada bir yandan da bu 1990’lar Güneydoğu’da çok ciddi çatışmaların olduğu sıralar. Biz de her yıl Diyarbakır’a giderdik. Annemin ailesinin bir kısmı Diyarbakır’da, bir kısmı Bingöl’de yaşıyor. Diyarbakır’dan Bingöl’e geçiyoruz, böyle dolambaçlı bir yol, dağda gidiyoruz; bir kenarı uçurum bir kenarı dağın yükseltileri. Fakat çatışma var diye jandarma far yakmaya izin vermiyor. Böyle ölüme gidiyorsun gibi…
Zeynep: Öyle mi?
Delal: Evet, kontroller var, sık sık durduruyorlar.
Oya: Işık da yok büyük ihtimalle.
Delal: Evet, yolda ışık yok, karambole gidiyorsun. Yolu çok iyi bilen birisinin sürmesi gerekiyor arabayı.
Zeynep: Bilse de ne kadar tehlikeli.
Delal: Ama çocuk aklıyla herhalde orada nasıl bir şiddetin dönüyor olduğunu anlamamışım. Çünkü bu bahsettiğim Diyarbakır-Bingöl ziyaretlerinden bir yıl sonra da şöyle bir olay oldu: İlkokulum Kemeraltı’ndaydı; Antalya’nın elit bir yeri. Annem beni okuldan almıştı, birlikte Kemeraltı’nda yürüyorduk. Dönemin Kürt partisi DEHAP mı HADEP mi bilmiyorum, ikisinden biri işte. (Oya araya girer: DEHAP’dır.) Partinin konvoyu var, bir konvoy insan geçiyor. Kornalar çalınıyor, el sallıyorlar. Annem konvoya zafer işareti yaptı ve ben “Anne, sen ne yapıyorsun? Teröristlere destek veriyorsun. Nasıl yaparsın böyle bir şeyi?” diyerek annemi azarladım o gün. O küçük çocuk halimle… Ve bu benim 8 yaşındaki utancım hala içimi yiyor.
Zeynep: Peki Ermenilere karşı önyargılarınla ilgili bir şey geliyor mu aklına?
Delal: İlkokul 5. sınıftayken muhtemelen Milliyet gazetesinde Osmanlı tarihinin ne kadar kanlı olduğuna dair fikir verebilecek bir yazı okumuştum. Gerçi yazı özel olarak bu katliamlardan bahsetmiyordu ama annemlere şunu dediğimi hatırlıyorum: “Osmanlı’nın madem bu kadar kanlı bir tarihi var. Ermeni soykırımı'ndan bahsediliyor, bunu da yapmış olabilirler.” Sözlerime bir onaylama beklediğimi hatırlıyorum, onaylamalarını istiyordum sanki. Annemlerden o onaylama da gelmişti zaten, “Evet, herhalde olmuştur.” demişlerdi. Şimdi bakınca Ermeniler’e karşı, daha öncesinde de bir önyargı geliştirmemiştim, o andan sonra da geliştirmedim gibi geliyor ama dinlediklerin, okulda okutulanlar yazılıyor sana yine de. Tabii bunda Antalya’da pek fazla Ermeni olmamasının da payı vardır, ya da belki etrafımda Ermeniler vardı ama açıkça Ermeni olduklarını ifade etmiyorlardı. Esas bu konuya dair kafa yormam muhtemelen lise 2’de filan oldu, o güne dek karşıma çıkmış tezlerden farklı şeyler yazan bazı Türkiyeli entelektüellerin yazılarını okudukça Ermeniler’e ne olduğunu daha fazla merak etmeye başladım. Sonra tabii Hrant Dink’in öldürülmesi de etkiledi birçoğumuzu; ondan sonra bir daha hiçbir şey eskisi gibi olmadı derler ya, Türkiye için öyle bir şeydi o bence. O sıra Etyen Mahçupyan’a bir mail attığımı hatırlıyorum; “1915’le ilgili ne okumak gerekiyor?” diye sormuştum. Çünkü hiç bilmiyorduk, ne okumak gerektiğini. Sonra o dönem bir Ermeni’yle tanışmayı çok istiyordum. Çok patetik bir hal bence bu, yani normal bir hal değil. Duymuşsun, okumuşsun ama tanımamışsın. Sonra bir çatlak olmuş; istiyorsun ki aniden gerçekleşiversin o iyileşme.